Kitap İncelemesi | Sefiller
Victor Hugo (1802-1885): Fransız edebiyatının en büyük yazarlarından biri. Şiirleri, oyunları ve romanlarıyla tanınır. Fransa’da Romantizm akımının temsilcisidir. Edebiyattaki muazzam başarılarının yanı sıra, sürgün cezasına çarptırıldığı siyasi hayatta da aktif rol oynamış ve cezasını tamamlamasına rağmen İmparatorluğun yıkılışına kadar Fransa’ya dönmemiştir. İlk kez 1862’de yayımlanan Sefiller, yazarın Notre-Dame’ın Kamburu ile “din”i, Deniz Emekçileri ile “doğa”yı ve “toplum”u ele aldığı roman üçlemesinin en muhteşem kısmıdır. Bu destansı roman Fransız toplumundan başlayıp kozmolojik bir bakış açısı ve eşsiz bir duyarlılıkla insanlığa ulaşıyor. Fantine, Cosette, Marius, Rue Saint-Denis, Paris, Javert ve Jean Valjean’ın sefaletten aşka, felaketten iyiliğe, karanlıktan aydınlığa uzanan barikatları okuyucuyla buluşuyor. Sefiller her biri bir roman uzunluğunda beş kitaptan oluşuyor; her şey romanda. Romanın temelini Jean Valjean’ın hayatı oluşturur ve bu hayatı Marius ile Cosette arasındaki aşk süsler. Hikâyenin büyük bir kısmı gerçek olaylara dayanmaktadır. Sefiller tezli bir romandır; haksızlığa karşı bir saldırıdır. Hugo, insanları küçük suçlardan dolayı kadırgalara mahkûm eden, suçluyu rehabilite etmek yerine cezalandırmayı vurgulayan, hafifletici nedenleri dikkate almayan ve şartlı tahliyeye izin vermeyen barbar bir hukuk ve ceza sistemini eleştiriyor. Bu durumları yaratan ve zorlaştıran toplumu suçluyor. Hugo’nun Fransız tarihinde çok önemli bir yere sahip olan İmparatorluk, Bourbon Restorasyonu ve Temmuz Hanedanlığı ile ilgili sözleri okumaya değer ve öğreticidir. Aslında Marius’un siyasi düşünceleri de Hugo’nunkiyle aynı aşamalardan geçiyor; önce kralcı, sonra Bonapartist ve en sonunda da cumhuriyetçi. Fransız Ulusal Meclisi’nde bulunan Hugo, bize pratik siyaset hakkında bildiklerini anlatıyor. Ancak halkı imparatorluğun fanatik destekçilerine dönüştüren ya da barikatlara ölüme gönderen siyasi hareketin mistisizmi konusunda coşkulu ve heyecanlıdır. Sefiller, her şeyden önce, bir romancı için belki de en zor tezlerden biri olan kutsallığın ahlaki ve dini bir incelemesidir. Piskopos Myriel aziz statüsünde bir adamdır ve Valjean üzerindeki ahlaki etkisi, onun iyi bir insan olmasında belirleyici bir rol oynar. Valjean’a As; cömertliğin ve fedakar sevginin örneğidir. Bu şekilde başkalarını da etkileyerek onların doğru yola girmelerine zemin hazırlar. Bu şekilde anlatılan ahlâk dersi, dini kalıplardan çıkarılmaktadır; Çok kötü bir insan bile affedilir ve sevgiyle yaklaşılırsa doğru yola girebilir. Hugo, bu sosyal, politik ve ahlaki tezlerin yanı sıra, hikayeyle hiçbir organik bağlantısı olmayan muazzam miktarda bilgi ve yorumu da bizlere sunuyor. Böylece argo tarihi, manastırlardaki yaşam, Paris’in kanalizasyonları ve Waterloo savaşı hakkında bağımsız makaleler okuyoruz. Bunlardan bazıları göz kamaştırıyor. Waterloo’daki olaylar ustaca anlatılıyor. Son olarak Hugo’nun Paris’in eski mahallelerine dair notlarına değinmek gerekiyor. O bunları yazarken bu mahalleler yıkılıyor, yeni ve geniş yollar yapılıyordu. Hugo’nun yazıları onun hızla yok olan sokaklara ve binalara duyduğu derin nostaljiyi (özlem) yansıtıyor. Çok az yazar kenti yaşam, metabolizma ve ölüm süreçleriyle yaşayan bir organizma olarak görecek kadar derin duygular beslemiştir. Les Misérables şüphesiz bir başyapıttır. Her ne kadar yaygın, konu dışı yapısını bir kusur olarak kabul etsek bile, romanın olay örgüsü modern zevkin kolay kolay kabul edemeyeceği derecede melodram ve tesadüflere dayanmaktadır; üslubu gösterişli, üzerinde fazla düşünülmeden ortaya atılan antitezlere dayalı, üslubu gösterişli, gösterişli ve abartılı. Her şeye rağmen Valjean ve piskoposu edebi ölümsüzlüğe ulaştı ve Sefiller’i okuyanlar onları asla unutmayacak.